Önce hayatta kalması gerekiyor insanın. Temel gereksinimlerini tamamladıktan sonra yaşamaya başlıyor. Nefes alması gerçekleşiyor ve keşfetmek için yola çıkıyor. Taa ki ilk insandan bu yana böyleydi. Yaşamayı anladıktan sonraki amacımız nefes almanın ötesine geçiyor. İnanıyor, savaşıyor, düşüyor, yeniden diriliyor ve başka amaçlar bulup ruh onlara bürünüyor. Bunların bilgisine sahip olup olmadığını bilmediğimiz birçok anında içinde bulunduğu yaşayamamazlığın nedenini anlayamıyordu.
Su dolu bir bardağı aldı ve ağzına doğru götürdü. Suyu; diliyle, dudağıyla, yemek borusu ve indiği midesiyle hissetti. Adını bilmediği bir çiçek aldı eline. Çiçeğin kokusunu derin bir nefesle içine çekti. Annesinin yanına gitti ve dizine başına yasladı. Saçlarının okşanmasını istediğini vücut diliyle ortaya koydu. Kadının parmakları tel tel dokundu saçlarına. Her tel kökünün deriden hafif çekilişine bıraktı kendini. Koltukta duran kitabını aldı ve kaldığı sayfaya dikkatlice baktı. Hangi kelime, cümle, paragrafta kaldığını bulmaya çalıştı. Buldu ve yazılanları en ince ayrıntısına kadar düşünerek yazara hakkını vermek istedi. Bir kitap bundan daha çok ne ister ki? Bir su böyle güzel içilmekten başka ne ister? Bir çiçek böyle güzel koklanmaktan başka ne ister? Kitabını hakkını verebildiği kadar dikkatli okudu ve dikkatinin dağıldığını fark edince masasına bıraktı.
Evden çıkıp hızlı bir şekilde otogara gitti. Şehirlerin isimlerine baktı ve nereye gitmek istediğini kestirmeden binmek istemeyişi ona bir sigara yaktırdı. Acı mı istiyordu, sevgi mi, macera mı, eğlence mi, öğrenme mi? Neydi onu bu kadar hissiz kılan, arayıp da emin olamadığı? Bu yüz yılın en büyük hastalığına yakalandığını fark etmek onu diğerlerinden farklı kılmış mıydı?
Bunları düşünürken kendini bir otobüste ve muavin ona bir şeyler sorarken bulmuştu. Hayır hayır bu bir uçaktı. Ne zaman gelmişti buraya? Bundan 10 sene önce izlediği ve izlerken yaşayıp yaşamadığını bilmediği bir film gibi son 2 saat içinde ne yaptığının farkında değildi. Başında bekleyen kadın da muavin değil hostesti. Altay Bey inmeniz gerekiyor uçak kapanacak sizi bekliyoruz. Biraz daha kalkmazsanız güvenliği çağırmak zorunda kalacağım. Ooo durun durun ben hemen iniyorum. İsimliğine baktı kadının ve ekledi, Handa Hanım kusura bakmayın uyuyakalmışım. Şu an da yatağından yeni kakmış keyifli keyifli kahvaltı yaparken twitter’dan haberlere bakıyor ve sahte bir acının içinde olduğunu düşünüyor olması gerekiyordu.
Uçaktan indi.
Asya ülkelerinden birine gelmiş olmalıydı. Neresiydi burası? Aklını mı
kaybetmişti? Rüya mı görüyordu? Ya da hafızasını kaybetmiş olmalıydı. Evet sanırım
hiç bir şey hatırlamıyordu. Zaten bir gün bu hafıza kaybı yaşayacağını
biliyordu. Şimdi ne yapmalıydı peki? Valizini almak için hava alanına girdi.
Elini cebine attı ve yürürken cebinde bir kağıt parçası olduğunu fark etti.
Üstünde bir numara yazıyordu. Bir telefon numarası olmalıydı ancak hattı yurt
dışına açık değildi. Önce valizini almaya sonra da bir ankesörlü telefon bulup
numarayı aramaya karar verdi. Neden bilmiyordu ancak yabancılık çekmemişti
bulunduğu yere. Tarihlerden 5 Temmuz 2009 idi. Etrafından hızlı hızlı geçen
kadın ve erkeklerden farklı gibi durmuyordu. Sadece onun valizi kalmıştı ve
dönüp duruyordu. Hemen aldı ve numarayı aramak üzere ankesörlü telefon aramaya
başladı. Evet, karşısına bir tane çıkmıştı sonunda. Hemen aradı. Telefon çaldı
çaldı ancak açan yoktu. Tam kapatmaya yeltendi ve birinin ona ismiyle seslendiğini
fark etti. Tanımadığı bir ses ona ismiyle hitap ediyor ve sen misin diyordu. Bu
olaylar karşısında telefonda dona kaldı. Sonunda evet benim siz kimsiniz
diyebildi. Ben Osman. Senin büyük dedenim. Geleceğini keşke önceden haber
verseydin. Ben de bilmiyordum geleceğimi, bu numarayı kim koydu cebime? Ben sana
onu küçükken yazmıştım henüz 5 yaşındaydın. Demek hala ayırmadın hiç yanından.
Evet, yani ayırmamışım. Ben şu an nerdeyim? Bu nasıl soru? Çin’desin. Şimdi bir
yere otur, seni almaları için birilerini göndereceğim. Tamam, ben bekliyorum
ama beni nasıl tanıyacaklar? Onlar seni bulurlar. Sen sadece bekle dedi ve
telefon kapandı. Kapanan telefondan sonra muhtemelen bu hafıza kaybımdan dolayı
dedemi bile unutmuşum diye geçirdi içinden. Ağlamaklı oldu. Henüz başına neler
geldiğinin şaşkınlığını atamamıştı ancak bu yaşananlar ona hüzünlü bir gözyaşı
olarak yansıdı. Bir yere geçti ve kahvesini alıp beklemeye başladı. Beni nasıl
bulacaklar acaba? Daha önce beni görmüşler mi? Yok canım ben de, nerde
görecekler. Belki de büyük dedem resmimi göstermiştir. Ancak nereye oturduğumu
nerden bilecekler, kocaman ve içinde birçok insanın olduğu bir hava alanında
nasıl bulacaklar beni? En önemlisi buraya neden geldim? Bu sorular ile kafası
iyice karışmış halde beklemeye devam ediyordu. Saatler geçti ve gelen giden yoktu.
Müzik dinlemeye karar verdi. Kulaklığını taktı ve son dinlenenlerde
"Karşılaşınca" isimli bir parçada kaldığını fark etti. Daha önce dinlediğini
hatırlamıyordu bu isimli bir parça. Merakla dinlemeye başladı.
"Dedim,
istek nedur?
Dedi, gülümdür
Dedim, çelişmek bar
Dedi, yolumdur
Dedim, Ötkür nime?
Dedi, kulumdur
Dedim, satar musen?
O dedi, yok yok..." sözleri ile bitiyordu.
Şarkı bitmişti ancak gelen giden yoktu. Belkide ilk uçakla geri dönmeliydi. Geri dönme fikrini merakı bastırıyor ve beklemeye devam ediyordu.
Yaklaşık 4 5 saat sonra bir adam ve çocuğun ona doğru yaklaştığını fark etti. Altay diye seslendikler. Yüzlerindeki gülümsemeyi de görünce beklemenin sonuna geldiğini anladı. Rahatlamıştı. Ona sarıldılar. Çocuk adama bu kim diye sordu. Adam yıllardır beklediğimiz kişi, o senin amcan dedi. Altay ne soracağını bilemez halde memnun olduğunu belirtti ve çocuğun başını okşadı. Acaba çocuğa hediye almayı akıl edebilmiş miydi? Çocuğun yanındaki adam kendisinin kardeşiymiş, adı Cemil. Cemil ile beraber bir arabaya bindiler ve yola koyuldular. Gittikleri yol dağ yollarına benziyor ve pek kullanılmadığı belli oluyordu. Altay çocuğu korkutmamak için pek soru soramamıştı. 2, 3 saatlik yolcuğun ardından Cemil geldiklerini belirtti. Arabadan indiler ve bir eve girdiler. Evde birçok insan vardı. Bu tanıdık yüzlerdeki yabancı insanlarda kimdi? Altay biraz daha soru sormazsa delirecekti. Onların arasından biri ki o dedesi oluyor, onu görünce göz yaşlarına hakim olamadı ona sımsıkı sarıldı ve geleceğini biliyordum dedi. Gel şimdi biraz uyu uyan sonra herkesin sana soruları olacak yemek
hazır olur hep birlikte yeriz dedi. Altay bu samimi insanlara tek tek sarıldı. Bin yıldır hasret kalmış gibiydi. Ona gösterilen odaya gitti. Ev küçüktü ve birçok insan vardı. Ancak ona ayrı bir yer hazırlamışlardı. Odasına gitti ve yatağına uzandığı gibi uyudu. Uyandığında başucundan yeğeninin olduğunu fark etti. Amca hadi kalk artık sofra hazır dedi. Senin ismin ne bakalım? Alptekin dedi. Alptekin, ne güzel bir ismin var dedi ve yatağında kalktı. Elini yüzünü yıkadıktan sonra sofraya oturdular. Yemek duası yaptılar ve yemeğe ve aynı zaman da sohbete başladılar. Altay durumu izah etti. Anlattıklarına inanmadılar ve onlara şaka yaptığını düşündüler. Nasıl olurda insan yaşadığı yeri unutmuş olabilir ki? Nasıl olurda insan nereye gittiğini bilmeden kendisini burada bulabilir. Altay bu güzel insanları kırmamak için daha fazla soru sormadı. Yemeğin sonuna doğru kapı kıralacakmışsçasına sert bir şekilde çalmaya başladı. Herkesi bir korku kaplamıştı. Alptekin’i ve Altay’ı telaşla sakladılar. Bir kadın bize bir şey olursa Alptekin sana emanet deyip ikisinin yanından ayrıldı.
Gelenler anlamadığı bir dilden konuşuyordu, muhtemelen Çince olmalıydı bu. Dedesine bağırıyor ver sanırım kötü şeyler söylüyorlardı. Dedesi ise karşılık verdiğinde silahları ile vuruyor, hırpalıyorlardı. Tam çıkacaktı ki Alptekin aklında geldi. Onu bırakmazdı. Bunları düşünürken giren askerlerin silah seslerini duydu. Kanı donmuştu adeta, nefes alamıyordu. Yok canım öldürmüş olamazlar diye içinden geçirse de kadının söyledikleri aklına geliyor ve böyle bir ihtimal olduğunu şimdi idrak edebiliyordu. Nasıl olur! Durduk yere insanların evlerine girip onları öldürmek mi? Bu olacak iş değildi. Yaşadığı acı, üzüntü, korku, hepsi birbirine karışmıştı bir yandan Alptekin’i sarıyor onun sesleri duymasına engel olmak istiyor, bunların birere şaka olduğuna inanmaya çabalıyordu. Kâbus gördüğünü düşünmek bile rahatlamasına izin vermiyordu. Yıllardır tek bir insanın bile öldüğünü görmemiş biriydi. Haberlerde gördüğü savaşlara ve ölümlere insanlık ne hale geldi diye yetinerek kaç yaşına gelmişti. Bu okudukları ve duyduklarının gerçekten olduğunu gözlerini kapatıp düşünmemişti. Vah vah demekten öteye hiç geçememişti. Ancak tam da şu an yanında küçük bir çocuk öksüz kalmış ve kendisi dışında tüm yakınlarını kaybetmişti. Silah sesleri kesildikten sonra geriye inleme sesi bile gelmiyordu. Olduğu yerden çıkamıyor adeta bu an yaşanmamış gibi davranmak istiyordu. Gözlerini kapatıp açacak ve kendinsin otogarda bulacaktı. Ancak kaç kere denediyse de kirli camlar, gri duvarlar, koca koca binalar değil sadece bir karanlık görüyor kan kokusunu alıyordu. Kapının kapanma sesini duydu. Alptekin kucağından fırlamasa kendisi yıllarca orada öylece bekleyebilirdi olanların geçmesini. Alptekin’in fırlaması ile kendine geldi ve hemen kalktı, çocuğun olanları görmesine izin vermemek için onu durdurdu. Burada bekle diyebildi. Evet, bu gerçek vahşet ile yüzleşmeliydi. Kendine canım, kanım diyen bu insanların ölümü ile yüzleşmeliydi. Kapıyı açtı ve tek bir nefes dahi duyamadı. Nabızlarını kontrol etti. Atmıyordu. Odaya geri döndü, Alptekin’i kucağına aldı. Çocuk hıçkıra hıçkıra ağlıyor, Altay ise çocuğu bağrına basmaktan başka hiç bir şey yapamıyordu. Yıllarca birbirlerine sarılarak oracıkta oturdular. O kadar çok oturdular ki sene 2019 olmuştu. Halen daha aynı acı devam ediyor, dinmiyordu.
Bu isimler bu dil hepsi kendisinindi. Bu insanlar onun insanıydı. Bu çocuk onun kanından canındandı. Yaşanan her şey gerçekti. Bir çiçeğin kokusu kadar, bir kitabın yazarının anlattıkları, bir suyun verdiği ferahlık kadar… Bu acı gerçekti. Ellerine bulaşan kan bir ekrandan gördüğünden çok daha kırmızıydı ve artık ölenlerin mezarını kazacak olan elleri de o topraklar kadar kendisinindi. Salondaki güzel kokulu çiçeklere sıçrayan kanları yıkadı ve yerine koydu. Şimdi her şeyi hatırlıyordu. Doğduğu toprakları, kurduğu devletleri, yaşadığı göçleri, inandığı dinleri, kazandığı ve kaybettiği savaşları… Onun ölü ruhuna Alptekin bir filiz olacaktı. Onun hasta ruhu gerçek bir koku ile hayata geri dönmüştü.
Bu öykü ilk olarak Kırktuğ Dergisi'nin 4. sayısında yayımlanmıştır.
Diğer yazıları da incelemek için; https://gencakademisyenler.org.tr/FileStorage/files/Sayi_4.pdf
Yorumlar
Yorum Gönder